28 Mart 2015 Cumartesi

Abdilkadir IRMAK - Değişen Güç Dengeleri ve Nüfus alanlarında Kafkasya

Birçoğumuz Kafkasya bölgesini ve Kafkas ülkelerini sadece Türkiye’nin sessiz sakin birer komşu ülkeleri olarak gördük. Tabi bunda Türk dış siyasetinde Kafkasya bölgesinin Ortadoğu bölgesi gibi öncelikli olmaması ve bunun etkilediği Türk kamuoyunda Kafkasya’da olup bitenlerin yeterince yer verilmemesini de sebep gösterebiliriz. Ancak Kafkasya bölgesi, gerçekte sesiz, sakin, sorunsuz bir bölge değildir. Aslında tıpkı Ortadoğu bölgesi gibi Kafkasya da tarihte son derece büyük bir öneme sahiptir. Kavimler göçü gibi dünyaya yön verecek olayların yaşandığı, en önemli ticaret yolu olan ipek yolunun geçtiği bir bölgedir. Kafkasya bölgesi tarih boyunca güç çekişmelerine ve bunun getirdiği savaşlara sahne olmuştur.

Kafkasya aslına tam da sorunlar bölgesidir. Bu bölgeye ve bölgedeki ülkelere baktığımızda gerek tarihte olan ve tarihten günümüze kadar gelen, gelecekte de olacak olan sorunların var olduğunu görüyoruz, bunların başında Rusya’nın bölgede tek güç olmak isteyişi ve Kafkasya’yı her anlamda egemenlik alanında tutmak istemesi ve bunun sonucunda Kafkas ülkeleri ile olan anlaşmazlıkları, Rusya’nın Sovyetler dağıldıktan sonra oluşan yeni özerk bölgelerin hukuki statüsünü kendi şekillendirmek isteyişi özellikle Çeçen bölgesine karşı sert tutumu çeçen milisler ile bitmeyen savaşı, Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu, yine Gürcistan ile kendi içindeki özerk bölgeler olan Acaristan,  Abhazya ve Güney Osetya ile siyasi ve hukuki statüde anlaşamamaları Gürcistan’ın üniter Devlet olma hedefi ve kendi içindeki özerk yapıların hukuki statüsünü tanımaması ve bunun getirdiği ambargolar ve savaşlar, başta Gürcistan Olaylarında olmak üzere Kafkasya petrolleri ve doğalgazından dolayı ABD’nin bölgeye girmek isteyişi ve Rusya’nın bunu engellemesi…

Bu saydığımız olaylar Kafkasya bölgesini güç çatışmalarının alanlarından biri yapmıştır.

Bu saydığımız sorunların patlak verdiği olaylar ki Bunlardan bazıları 199O’lı yıllarda Çeçen-Rus çatışması Ermenistan ve Azerbaycan arasında 1988-1994 yılları arasında geçekleşen Karabağ savaşı, 1992 Gürcistan Abhazya savaşı, yine 2008 de Gürcistan’ın Güney Osetya’ ya saldırması ve Rusya’nın Gürcistan’a sert müdahalesi gibi olaylar yakın tarihimizde gerçekleşmiştir.

Kafkasya bölgesinde Yakın tarihimizde gerçekleşen bu olayların başında, gerek sorunların çıkışı, gelişimi ve bunun sonucunda patlak veren savaş süreci olsun gerekse savaşın sonuçları, etkileri ve uluslararası kamuoyunda uyandırdığı etki ve tepkiler nedeniyle Gürcistan olayları gelir. Özellikle 2008 ‘de meydana gelen Gürcistan- Güney Osetya savaşı devlerin güç çekişmesine neden olmuştur. Buradaki devlerden kastımız Rusya ve ABD olduğu aşikardır. Gelin bu güç çatışmalarından birini bundan 4 yıl öncesine gidip hatırlayalım.

Bildiğimiz üzere Gürcistan üniter devlet olma hedefi dolayısıyla kendi içindeki özerk bölgelerin hukuki statüsünü tanımıyor ve onları kendi içinde eritme politikası güdüyordu. Özellikle Gürcistan’ın başına ABD destekli sıkı liberal Saakaşvili geçtikten sonra kendi içindeki özerk yapılara yönelik sert tutumlar almıştır. Gürcistan’ın 2008’in Ağustos ayında Güney Osetya’ya saldırması ve bu saldırıyı yaparken arkasındaki ABD desteğine güvenerek Rusya’nın vereceği tepkiyi göz ardı etmesi kendisi için stratejik bir hatanın başlangıcıdır ve bu saldırı da tam anlamıyla kendisi için hüsranla sonuçlanmıştır. Çünkü Rusya böyle bir hamlenin geleceğini önceden tahmin edip gerekli hazırlığını çok önceden yapmıştı. Bunu tahmin edip ve planladığını ve Özellikle söylüyorum ABD destekli Gürcistan’ı Güney Osetya’dan ve Abhazya’dan çıkartıp Gürcistan’ın askeri kanadını kırma süresinden anlıyoruz.

Neden özellikle ABD destekli sözünü vurguladık? Çünkü ABD; Kafkasya ve Asya petrolü ve doğalgazına ulaşabilmesi için en başta Kafkasya ve Asya’ya açılan bir kapı olan Gürcistan’ı adeta   sıçrama alanı olarak görmektedir. Ayrıca ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni doktrini; ABD’ye Rusya’nın Kafkasya’da ve Asya’da çepeçevre sarılması amacını ve sorumluluğunu yükler. Bu yüzdendir ki ABD için Gürcistan, Rusya’ ya karşı büyük öneme sahiptir.

Bir de ABD doktrinine karşı Rus doktrini var ki bu doktrin de Rusya’nın dünya devleti olması amaçlanmakta, özellikle  Putin’in Rusya’nın başına geçtikten sonra bu amaç doğrultusunda adımlar atılmaktadır. Bu hedef Rusya’nın Sovyetler dönemindeki eski güç ve ihtişamına geri dönmesidir. Bu yüzdendir ki Rusya son yıllarda bölgesinde ve dünyada artık güçlü bir şekilde sesini duyurmaktadır.2008’de de Gürcistan’a karşı attığı sert müdahale, tam anlamıyla başta Gürcistan’ı ve bölge ülkelerini sonra ABD’ye yönelik haddini bildirme ve sınırların ne olduğunu gösterme girişimidir. Buradaki  kastettiğimiz sınırlar, mevcut ülkelerin haritalardaki siyasi sınırlarından bahsetmiyoruz kastımız; ülkelerin nüfuz ve güç alanlarından bahsediyoruz. Rusya son yıllarda attığı adımlar ve ABD başta olmak üzere dünyaya verdiği mesajlarda güç ve nüfuz alanlarını tekrar belirlemiş durumda, tabi bunu attığı adımlardan anlıyoruz.

Bu adımların ne olduğunu: Rusya’nın Başta Gürcistan-Güney Osetya savaşında ABD destekli bir ülke olan Gürcistan’ı adeta işgal girişiminden, Rus savaş uçaklarının artık okyanusta devriye gezmesinden, donanmasının uluslararası sularda ve stratejik öneme sahip Ak denizde boy göstermesinden, Sovyetler döneminde geliştirdiği Nükleer bombalarını, menzili yüksek nükleer başlıklı füzelerini tekrar silah depolarından çıkartıp her an ateşlemeye hazır hale getirmesinden, yine Rus devletinin yeni adımlarından Sovyetler’ in eski üslerine geri dönmesinden anlıyoruz.

Tüm bu yakın tarihimizde ve bölgemizde gelişen ve gelişmekte olan tüm olaylar bize; artık başta Kafkasya bölgesinde olmak üzere dünyada ABD merkezli tek kutuplu dünya düzenin geride kaldığını, yeni dönemde artık gelişen Rusya ve Uzak Asya’da yükselen Çin’in ortaklığında çok kutuplu dünya düzeninin var olduğu gerçeğini öğretiyor. Özellikle bu çekişmenin başladığı alan olan Kafkasya bölgesi, yakın dönemde de ABD ve Rusya arasında tabiri caizse bilek güreşlerine sahne olacaktır. Tabi en önemlisi birbirine direk savaş açamayan bu iki devlet bölge ülkelerini ve onların içindeki sorunları kullanarak birbirini alt etmek isteyecekler. Bu da bölgede yeni çatışma alanlarının oluşacağını göstermektedir. Tabi bunda en zararlı çıkacak olan yine bölge ülkeleridir.

Türkiye olarak bize düşen görev Kafkasya’da bu oluşması muhtemel olayların önceden iyi analiz edip ona göre önlemler almaktır. Çünkü Türkiye’nin üstleneceği çatışmayı önleyici, arabulucu veya barışa yönelik politikaları, Kafkasya bölgesinin barış ve istikrar içinde olması için hayati öneme sahiptir.

Abdilkadir IRMAK - Karadeniz Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
kadir_irmak0905@hotmail.com

AKADEMİK PERSPEKTİF  25 Kasım 2012 BÖLGESEL ANALİZLER, SİZDEN GELENLER

Mustafa GÜVEN - Devlerin Kafkasya Aşkı


Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından büyük değişimler yaşayan Kafkasya bölgesi, jeopolitik ve jeoekonomik konumu itibariyle tüm ülkelerin dikkatlerini üzerine yoğunlaştırdığı, önem arz eden bir bölgedir. Kafkasya’da ki gelişmeler sadece Gürcistan – Osetya, Azerbaycan – Ermenistan veya Türkiye – Ermenistan sorunlarından ibaret değildir. Sorunların tamamına hakim olabilmek için büyük resmi görebilmek gerekmektedir. Kafkasya bağımsız bir bölge değildir. Çevresinde daha büyük bölgelerin arasında kalmış bir alt sistemdir. Tarih boyunca da üç büyük gücün (Türkler, Persler, Ruslar) arasına sıkışmış bir bölge olmuştur. Tarih bu üç devletin güç durumu ve dengesine göre zaman zaman Kafkasya içlerine ilerlediklerine, zaman zaman da gerilediklerine tanıklık etmiştir.. Kafkasya bölgesi üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan devletler ise; başta Rusya olmak üzere ABD, Çin, İran ve AB’dir.

A.    Amerika Birleşik Devletleri ve Kafkasya

ABD, bölgeye yönelik çıkarlarını bölgedeki enerji kaynakları merkezli tanımlamaktadır. SSCB’nin dağılmasından sonra bölgeye yönelik çıkarların tanımlanmasında jeopolitik unsurlar da ön plana çıkmıştır. ABD’nin Kafkasya’ya yönelik politikalarını 3 döneme ayırmak mümkündür.
  • 1991 – 1995 : ABD’nin, Kafkasya’ya yönelik politikaları Moskova merkezlidir. Yani ABD, ‘’Russia First’’ – ’’Önce Rusya’’ politikası uygulamıştır. Bunun nedeni Kafkasya ile Rusya üzerinden ilişki kurulmak istenmesindendir.
  • 1995 – 2001 : ABD’nin yeni bağımsız cumhuriyetlere öncelik tanımasıyla ilişkilerde yakınlık ve gelişme başlamıştır.
  • 2001 ve Sonrası : ABD bölgeye yönelik daha aktif bir politika geliştirmeye başlamıştır. 1995 yılından sonra Kafkasya’da değişen ortam, ABD’nin de dış politikasının değişmesine imkân vermiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kafkasya ve Orta Asya’yı ‘’stratejik hayati bölge’’ olarak tanımlaması Rusya’nın tepkisine yol açmıştır.

Kafkasya bölgesi, Orta Asya ile birlikte ABD ve Batı devletleri için SSCB’nin çevrelenmesi politikasında  ‘’yumuşak karın’’ olarak görülmüştür. Sovyetlerin çöküşünden sonra AB ile birlikte ABD, Sovyetler’in boşalttığı yerleri hızla doldurma gayreti içine girmişlerdir. ABD’nin bölgeye yönelik siyasi hedeflerini ise üç ana maddede toplamak mümkündür.

Bölge ülkelerinin egemenlik ve bağımsızlık arzularını desteklemek. Bu davranışıyla bölgeye müdahil olmak ve bölgenin enerji ve petrol kaynaklarından çıkar sağlama eğilimindedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki ikinci  siyasi hedefi : Bölgesel petrol üretimi ve ihracatı açısından bölgedeki ticari çıkarlarını desteklemektir. ABD şirketleri, ekonomik reformların hızlanmasına ve bölgenin dünya ekonomik pazarlarına girmesini amaçlamaktadır. ABD’nin bölgeye yönelik son siyasi hedefi petrol ile ilgilidir. Amerika, petrol temin etme seçeneklerini çoğaltmak ve Basra körfezine bağımlı durumdan kurtulmak istemektedir.

11 Eylül saldırıları sonrasında sınırlı sayıda Amerikan askerinin Gürcistan’a gönderilmesi, hem Gürcistan hem de Azerbaycan ile yürütülen askeri ilişkiler, Bakü – Tiflis –Ceyhan ham petrol boru hattı projesine verilen destek, Ermenistan’da NATO tatbikatı yapılması ABD’nin bölgeye angaje olmak için uyguladığı politikalara somut örneklerdir.

B.     Rusya Federasyonu ve Kafkasya

Kafkasya her dönem Rusya için ayrı bir önem arz etmiştir. Rusya’nın gözünde Kafkasya büyük bir hammadde kaynağıdır. Jeopolitik açıdan Kuzey Kafkasya, Avrupa ile Orta Asya arasında geçiş köprüsü niteliğindedir. Kuzey Kafkasya, Rusya’nın Karadeniz, boğazlar ve Akdeniz yoluyla sıcak denizlere inebilmesine imkân sağlamaktadır. 1990’lar da Rusya Kuzey Kafkasya’da tutunabilmek için savaşmıştır. 2000’lere gelindiğinde ise Rusya’da Güney Kafkasya’ya inme eğilimi baş göstermiştir. Bölgenin enerji kaynaklarından dolayı Moskova, bölgeyi ele geçirmeyi ve elinde tutmayı en önemli hedeflerinden biri olarak görmektedir. Bu hedef Soğuk Savaş sonrasında da değişmemiştir. Putin’in göreve gelmesinin ardından Kafkasya politikasını yenileyen ve sertleştiren Rusya, dünyaya Kafkasya’nın kendi nüfuz alanı olduğunu vurgulamıştır.

Moskova, Kafkasya’da mutsuz ve ayrılıkçı azınlıkları müttefiki olarak görmektedir. Onları kendi başkentlerine karşı kışkırtarak bölgede hareket sahasını genişletmiştir. 2008 Gürcistan Savaşı’ndan sonra Gürcistan neredeyse üçe bölünmüştür. Bunlar Abhazya, Güney Osetya ve Gürcistan’dır. Böylece Rusya’nın bölgedeki müttefik sayısı üçe çıkmıştır. Ayrıca Gürcistan Savaşı ile bölgeye ve dünyaya şu çok önemli mesajlar verilmiştir :
  • Bölgenin patronu Rusya’dır.
  • ABD burada hiç kimseyi koruyamaz.
  • ABD desteği olmayınca Türkiye’de burada kimseyi koruyamaz.
  • Rusya’nın karşısında olanların sınırlarını bilmeleri gerekir.

Kafkasya’da milliyetçiliğin yükselmesi, Rusya Federasyonu’na karşı nefretin güç kazanmasına paralel biçimde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketler, bölgenin gelecekte Rusya Federasyonu açısında da bir tehdit olabileceğini göstermektedir. Henüz lokalize olarak gözlemlenen ayrılıkçı eğilimlerin önümüzdeki dönemlerde genelleşerek bir ‘’bloklaşma’’ ile sonuçlanma ihtimali bulunmaktadır. Bu durum Rusya’nın bölge ile doğrudan bağlantılı ekonomik, siyasi çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü tehdit edecektir.

C.    Kafdağı’nın Ardında Saklı Kalan Komşuluk: AB ve Kafkasya

AB, bünyesinde bulundurduğu ülkeler gibi, komşularıyla da arasında ortak kültürel değerler ve birbirlerine yakın refah düzeyi istemektedir. Avrupa Birliği’nin Kafkasya ile ilişkileri ‘’Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları’’ ile başlamıştır. Anlaşmalar, her iki taraf arasında ilişkileri düzenlemekte, yeni işbirliği alanları ortaya koymakta ve isteklerin kurumsal mekanizmaya oturtulmasında faydalı olmaktadır. Ortaklık ve işbirliği bağlamında AB, bölge ülkeleriyle siyasi diyalog geliştirmiş, bölgedeki etnik çatışmalar ve anlaşmazlıklar ile ilgili bildirilerde bulunmuştur. Ancak etnik çatışmaların çözümünde AB’nin arabulucu rolü pek de etkin olamamıştır. Bunun nedeni bölgede çok sayıda dış aktörün varlığıdır.

Kafkasya bölgesi AB için çok önemli bir yere sahiptir. Güney Kafkasya bölgesi Avrupa kıtasının  enerji sağlayıcısıdır. Bakü – Tiflis – Ceyhan boru hattı bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Yine Şahdeniz yatağında çıkan doğalgazın Bakü –Tiflis – Erzurum boru hattı ile güvenli bir şekilde Türkiye ile AB pazarlarına çıkışının sağlanması bölgenin AB için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

AB’nin Kafkasya’ya yöneliminde dört faktör belirgin olmuştur. Bunlardan ilki son genişlemenin AB sınırlarını doğuya doğru yaklaştırması ve Hazar’ı Avrupa merkezine daha yakın hale getirmesidir. İkinci faktör; uluslararası güvenlik dengelerinin değişmesi ve 11 Eylül saldırılarının ardından kendini asimetrik tehdide açık halde görmeye başlayan AB’nin, Kafkasya Bölgesi’nde de çıkarlarını koruması gerektiği düşüncesidir. Diğer bir faktör;  Gürcistan’da ki Gül Devrimi’nin AB içerisinde Kafkasya’da otoriter yönetimlerin sona yaklaştığının işareti olarak algılanmış olmasıdır. Son faktör ise; AB’nin Hazar’da ki kaynaklara ve Asya ile Avrupa arasındaki ulaşım merkezi olma rolüne önem vermesidir. Bölgede önemli hammadde potansiyelinin bulunması, bölgenin Avrupa ile Asya ve Uzakdoğu arasında önemli bir bağlantı oluşturması, AB’nin Kafkasya’ya olan ilgisini her zaman  sıcak tutacaktır.

Genişleme süreci devam eden AB’nin her yeni üye ile enerji rezervlerine olan ihtiyacın giderek artması; TACIS (Bağımsız devletler topluluğuna teknik yardım) kapsamında INOGATE (Avrupa’ya devletlerarası petrol ve gaz nakli) projesinin hayata geçirilmesini gündeme getirmiştir. AB’nin bölgedeki çıkarları ekonomiktir. AB bu politikalarla Kafkasya ile olan iletişimini  canlı tutmayı, özellikle de bölgenin enerji kaynaklarının kullanılması ve dağılmasında söz sahibi olmayı amaçlamaktadır. AB, Kafkas ülkeleri ile güçlü bağlantılar kurarak uluslararası sistemde küresel bir aktör olarak sürekliliğini ve etkinliğini korumayı amaç edinmektedir.

D.    İran ve Kafkasya

Sovyetler Birliği’nin çöküşü İran açısından kısmen olumlu, kısmen olumsuz ama her halükârda önemli sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle İran’ın son üç yüz yıllık tarihinde Tahran’ın tehdit kaynaklarının başında gelen Rusya ile doğrudan sınır kalkmıştır. Kafkasya’da yeni devletlerin ortaya çıkması İran için önemli ilgi odaklarından biri olmuştur. İran, bu yeni devletlerin ortaya çıkışını uluslararası arenada yalnızlıktan kurtulma adına bir fırsat olarak görmüştür.

İran, Kafkasya bölgesine tam kapasite ile etkin olamamaktadır. Bunun en büyük nedeni bölgede ki başat gücün Rusya olmasıdır. Diğer faktör İran’ın bölge ülkeleri ile ilişki düzeyinin düşük olmasıdır. Bunların dışındaki faktörler ise;
  • Azerbaycan açısından mevcut İslami rejimin İran bağlantısı,
  •  İran’ın ekonomik durumu ve teknolojik yetersizliği,
  • Türkiye – İran, ABD – Rusya rekabetinin yansımaları,
  • Hazar’ın statüsünün belirlenmesidir.

Bu dört neden devam ettikçe İran’ın bölgeye tam kapasite ile müdahil olması hep sınırlı çerçevede olacaktır.

İran, bölge dışı aktörler olarak tanımladığı AB, ABD ve NATO’nun bölgedeki yayılmasından rahatsızlık duymaktadır. Kafkasya’da ki her türlü sıcak çatışma ve kontrolsüz istikrarsızlığın kendi milli güvenliğini tehdit ettiğini düşünen İran, bu çerçevede her türlü çatışmaya karşı çıkmaktadır.

E.     Çin ve Kafkasya

Çin, 21. yy.’da süper güç olma peşindedir. Bu nedenle tek kutuplu dünya oluşumuna karşı Rusya ile stratejik ortaklık kurmuştur. Rusya Federasyonu’nun doğu bölgeleri dışında Rusya toprakları üzerinde özel bir çıkarı olmayan Çin, Kuzey Kafkasya üzerinde Rusya Federasyonu’nun belirlediği çizgi dahilinde bir politika geliştirmektedir. Ancak Rusya’nın etkinliğinin azaldığı Güney Kafkasya’ya Çin’in ilgisi giderek artmaktadır. Çin’in Güney Kafkasya ve Kuzey Kafkasya için ayrı politikalar benimsemesi iki nedene dayanmaktadır.

Çin, Rusya’nın Güney Kafkasya’dan çekilmesiyle ekonomik, siyasi, askeri, kültürel vb. konularda boşalan alanların yalnızca batı ülkeleri (AB, ABD) tarafından doldurulmasından rahatsızdır.

Çin, Kafkasya’nın jeopolitik ve jeoekonomik açıdan önemli bir bölge olduğunun bilincindedir. Bu nedenle Güney Kafkasya’ya müdahil olmak için bölge ile ortak dış ticaret hacmini arttırmaya yönelik politikalar izlemektedir.

Çin’in Güney Kafkasya politikası Rusya ile paralel olmasına rağmen, Rusya’dan farklı olarak Çin, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklemektedir. Bu durum, sorunları BM aracılığıyla çözmek isteyen Gürcistan için çok önemlidir. Nitekim Çin, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesidir.

Zayıf siyasi kültür, milliyetçilik sorunu, ekonomik problemler, sınır sorunları, radikal İslam gibi konular bölgenin çözülmeyi bekleyen başlıca sorunlarıdır. Bölgeye büyük güçler tam kapasiteyle müdahil olmak ve enerji kaynaklarından yararlanmak istemektedir. İşbirliğinin kullanılarak devletler arasında karşılıklı çatışan çıkarların ortak çıkarlara dönüşmesi bölgenin gelişimine büyük katkı sağlayacaktır.

Mustafa GÜVEN - AKADEMİK PERSPEKTİF  5 Ağustos 2012 BÖLGESEL ANALİZLER

Ferah Pehlevi – Azerbaycanlı İmparatoriçe


Ferah Pehlevi Azerbaycan Türk’ü bir kadındır. O İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin resmi olarak taç giyme merasimi ile İmparatoriçe ilan edilmiş tek hayat arkadaşı olmuştur.

Şah’ın üç hanımı arasında yalnız onun için taç giyme töreni düzenlenmiştir.

Ferah Pehlevi hali hazırda yaşayan ve siyasi faaliyetlerle meşgul olan tanınmış Azerbaycanlı kadınlardan biridir. O, İmparatoriçe ilan edildikten sonra bile boş zamanlarını sanata adamış, çok yüksek tahsilli, etrafına ışık veren, yetenekli bir kadın olmakla beraber Türkçe ve Farsça’ya ilave olarak İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerini de iyi derece bilmektedir.

Ferah Pehlevi 14 Ekim 1938 yılında Tahran’da doğmuştur. Kızlık soyadı Diba olan Ferah Pehlevi, babası subay olan bir asker ailesinde dünyaya gelmiştir. Tahsil hayatında sporla meşgul olmuş, hatta basketbol takım kaptanı seçilmiştir. O hatta Jacqueline Kennedy Onassis ile kıyaslanır, bazıları ise Ferah Jacqueline'den üstündür der.

Liseyi bitirdikten sonra mimarlık ile meşgul olur. Paris’te bu alan üzerine tahsil alır. 1959 yılında Paris’te İran Büyükelçiliği’nde konukların kabulünde Şah’a Fransa’da tahsil gören öğrencilerden biri olarak takdim edilir. Ama onların tanışıklığının başka bir versiyonu da mevcuttur. Tahran'da iki kez yüzlerce genç hanımın yer aldığı özel spor gösterisi düzenlenmişti. Birinci geçit sırasında Muhammed Şah tercih yapamamış ve geçit yeniden yapılmıştı. Şah Ferah’ı işaret etmişti.

21 yaşındaki öğrenci Ferah ve 40 yaşındaki Muhammed Rıza Pehlevi’nin düğünü 21 Aralık 1959‘da oldu.

1972 yılında Ferah Pehlevi Azerbaycan SSCB’ye davet edilmiş ve çok şaşaalı bir şekilde karşılanmıştır.

1979 yılında İslam Devrimi'nden sonra şah ailesi ve yakınları ile Mısır'da sığınak bulurlar.

Bundan sonra ise Kral II.Hasan'ın davetlisi Fas’a yerleşirler.

Dul kaldıktan sonra Ferah Pehlevi ABD Hükümeti'nin davetlisi olarak Amerika'ya gider ve orada yerleşir.


Ferah Pehlevi’nin 4 çocuğu olur: Rıza Pehlevi, Ferahnaz Pehlevi, Ali Rıza Pehlevi ve Leyla Pehlevi. Küçük kızı Leyla ünlüİtalyan tasarımcı Valentino’nun en iyi modellerinden idi. Onun modelliği anoreksiya ve depresyona yol açmıştı. Leyla ABD veİngiltere'nin birçok kliniklerinde tedavi görüyordu. 2001 yılında (31 yaşında) aşırı ilaç alımından Londra otellerinin birinde vefat etmişti.

4 Ocak 2011’de Ferah’ın ikinci oğlu Ali Rıza Pehlevi evinde ölü bulunur. Onun ölüm nedeni olarak ablasının intiharından şimdiye kadar kendine gelememesi ve intihar etmesi gösterilir.

2003 yılında Ferah Pehlevi’nin "Benim Şahla Hayatım" adlıanılar kitabı uluslararası en çok satanlar listesine girmiştir.

Şimdi ise Ferah Pehlevi Paris'te ve Washington'da yaşıyor. Amerika’da İran göçmenlerinin bir bölümü onu halen "şah" adlandırır. İran'ın birinci ve tek İmparatoriçesidir.


Alıntıdır:  AZENS.AZ - Orucova Jale

Murat Çobanoğlu



Murat Çobanoğlu (d. 1940, Arpaçay, Kars - ö. 26 Mart 2005, Ankara) 

1940 yılında Kars'ın Arpaçay ilçesinin Koç Köyü’nde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Karapapak Türklerinden ve asıl soyadı Çobanlar olan Çobanoğlu’dur. Annesi Lala (La'li) Hanımdır ve babası Aşık Şenlik'in çıraklarından Aşık Gülistan'dır. Babası Arpaçay'ın Koç Köyü’nden olup 1920'de Kars'a yerleşmiştir. Karısının erken ölümü dolayısıyla oğlunu o büyütüp yetiştirdi. İlkokul mezunu olan âşık, evli ve dört çocuk babasıdır. 

Saz çalmaya ve şiir söylemeye 1951'de gördüğü bir rüyada bade içtikten sonra başlamıştır. Murat Çobanoğlu 1966 yılından başlayarak sürekli olarak Konya Aşıklar Bayramı’na katıldı. Artvin, Konya, Erzurum ve Mut'ta yapılan yarışmalarda dereceler aldı. Özellikle atışma dalında başarı gösterdi. Sık sık radyoda ve televizyonda söyledi. Saza egemenliği, ulusal duygularının güçlülüğü ve kendine özgü sesiyle ilgi çekti. Yurt içinde ve dışında düzenlenen bazı şenliklere katıldı. 

Aşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikâyeler anlatma konusunda da başarılı örnekler veren Çobanoğlu, kendi türkülerinin yanı sıra usta malı türküleri de genç kuşaklara aktarmaktadır. 

Türkiye’nin her yerinde bilinen, tanınan Çobanoğlu yıllarca radyo programları yaptı. Halk edebiyatı ve aşıklık geleneği üzerine çeşitli seminerler verdi. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Türkiye dışında, Avrupa'dan İran'a dek birçok ülkede konserler verdi, yarışmalara katıldı. 

1971 yılında Kars'ta açtığı, özellikle usta-çırak ilişkisi ile aşıklık geleneğinin sürdürülmesinde katkısı anlamında bir okul niteliğinde olan Çobanoğlu Halk Ozanları Kahvesi yörenin aşıklar merkezine dönüştü. 

Murat Çobanoğlu, saz çalmaya ve şiir söylemeye başlamasını şöyle anlatıyor: 

“Göç mevsimi yaylaya göçerken susadım. Yol kenarında bulunan çeşmeye su içmeye gittim. Ben oyalanınca göçlerimiz dağı aştı. Akşamın alacakaranlığında uyuyakaldım. İşte o zaman nasibim olan aşıklık ilhamı bana verildi. Sabah, yaylada beni bulamayan babam düşer yollara, beni aramaya. Beni çeşmenin başında uyurken bulunca, aşık olacağımı söyledi. Saz aldı. Saz tutmasını öğretti. O zamandan bu yana saz çalmaya, şiir ve türküler söylemeye başladım." [1] 

1965'e kadar Devrani, 1967'ye kadar Yanani, ondan sonra da Çobanoğlu takma adını kullandı. 1968-1987 yılları arasında çıkardığı yirmiye yakın plak ve kaseti vardır. 2 tane de altın plağı bulunmaktadır. Kiziroğlu türküsünü tüm Türkiye'ye tanıtmıştır. Son yıllarında televizyon programlarında Karapapak ağzıyla söylediği türküleriyle herkesin beğenisini kazandı. 

26 Mart 2005 tarihinde Ankara'da vefat etti ve memleketi Kars'ta toprağa verildi. 

Kars Belediyesi her sene 6 Mayıs-7 Mayıs tarihlerinde anısına Murat Çobanoğlu Aşıklar Bayramı düzenlemektedir. 

Kaynakça:

[1] Ali Kafkasyalı - Aşık Murat Çobanoğlu, Hayatı-Sanatı-Eserleri adlı eseri 

İnci BİLGİN - Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler

Karabağ sorunu, yüzyıllardır güç mücadelesinin sürdüğü Kafkasya bölgesinin en önemli sorunlarından biri olmakla birlikte halen daha çözüme kavuşmamıştır.  Şiddet içeren bir takım olaylar sonucunda, meselenin uluslararası hale gelmesi çözüm umutları vermiş olsa da, sorunun iki ana karakteri olan Ermenistan ve Azerbaycan arasında şiddetli çatışmalar halen devam etmektedir.

Sorunun Tarihsel Arkaplanı

Karabağ’ın bugünkü sorunlarını anlayabilmek için bölgedeki Rus etkisini göz önünde bulundurmak gerekir. 18. Yüzyılda Rusya, Kafkasya yoluyla güneye inmeyi planlarken; İran aynı bölgeyle kuzeyi kontrol altında tutmak istiyordu. 19. Yüzyıl başlarında, Rusya’nın İran’a saldırması Karabağ için bir dönüm noktasıdır. Rusya, Kafkasya’da İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun etkilerini yok etmeye çalışarak, siyaseti kendi eksenine çekmeye başlamıştır.[1] İran eski topraklarını kurtarmaya çabalasa da başarılı olamamış ve 1812’te Gülistan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Böylece, Rusya Kafkasya’yı etki altına alma yolunda büyük bir başarı elde etmiştir.[2] Rus İmparatorluğu, Kuzey Azerbaycan’ı ele geçirdikten sonra bölgenin demografik yapısını yeniden düzenlemeye başlamıştır. Yönetim, bölgedeki Türkleri Rusya’nın diğer bölgelerine gönderirken, Türkiye, İran ve Rusya’daki Ermenileri bu bölgeye yerleştirmeyi amaçlayan bir sistem geliştirmiştir. Hristiyan çoğunluğun oluşturulmasıyla Rusya, bölgede kendine tampon oluşturmuştur. O yıllara ait demografik verilere bakıldığında bu sistemin etkileri görülmektedir: 1823’te bölgedeki nüfusun %78.3’ü Azeri, %21’i Ermeni iken; 1897 yılının verilerine göre nüfusun %53’ü Azeri, %45’i Ermenidir.[3]
Birinci Dünya Savaşı’na dek Rusya, Ermeni ve Azeri halklarının yaşayışlarını denetim altında tutmuştur. Bazı batılı devletler Ermeni halkının Kafkasya’da içinde bulunduğu durumu “Ermeni sorunu” olarak yeniden adlandırmışlardır.[4] Özellikle İngiltere ve ABD, Ermeni sorununun çözümü için bir Ermeni devleti kurulmasından yanadırlar. Wilson ilkelerindeki “her halkın kendi kaderini tayin etme hakkı” Ermeniler için yeni bir fırsat oluşturmuştur.  1917 Bolşevik İhtilalinden sonra Rusya’da devlet sistemi değişmiş, hemen ardından 1918’de Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetleri kurulmuş ve Karabağ fiili olarak Azerbaycan’a bağlanmıştır.[5]
1918’de Osmanlı bürokratlarının girişimiyle Batum Antlaşması imzalanmış fakat Ermenistan bu antlaşmanın hükümlerini ihlal ederek bazı Azerbaycan ve Gürcistan toprakları üzerinde hak iddia etmiştir. Bunu takiben, Osmanlı İmparatorluğu Savunma Bakanı Enver Paşa, Azerbaycan’a yeni oluşturduğu Kafkas İslam Ordusunu göndermiştir.[6] Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşını kaybetmesiyle birlikte, Batum Antlaşması iptal olmuş ve ordu dağıtılmıştır. Kızıl Ordu’nun Kafkasya’nın kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte bölge Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) katılmış, böylece anlaşmazlıklar sona ermiştir.[7] 1920’de Azerbaycan ve Ermenistan Sovyetler Birliği hakimiyetine girmiştir. Bundan 3 yıl sonra yapılan bir düzenlemeyle Karabağ Azerbaycan’a bağlı bir özerk bölge olmuştur. Ermenistan’ın itirazları ise dikkate alınmamış, bölgenin kendilerine ait olduğu yönündeki iddialarını Sovyetler Birliği reddetmiştir.[8]Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi 1988 senesinde Ermenistan’a bağlanma kararı almıştır. Böylece Ermenistan’da Karabağ’daki Ermeniler lehine bir halk desteği oluşmuştur. Bunun akabinde, bölgede Ermeniler ve Azeriler arasında çatışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır.[9] 1989 tarihinde SSCB Yüksek Komisyonu Dağlık Karabağ için Özel İdare Komisyonu kurulmasına karar vermiştir. Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlı özerk statüsü kabul edilmiştir.[10] Buna rağmen çatışmalar sona ermemiş, Ermenistan Karabağ’ın kendisine ait olduğu iddiasını sürdürmüştür. Kısa süre sonra komite dağıtılmış ve Karabağ’ın idaresi Azerbaycan’a geri verilmiştir.[11]
1989 yılında Erivan’dan Bakü’ye kadar olan bölgede etnik çatışmalar baş göstermiş, bunun akabinde Bakü’de olağanüstü hal ilan edilmiştir. Ordunun sivillere müdahalesi sırasında çok sayıda kişi hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştır. Tüm bu yaşananların sonrasında Dağlık Karabağ sorunu uluslararası bir mesele haline gelmiştir.[12]
Soğuk Savaşın bitimine doğru etnik çatışmalara sahne olan bölgedeki sıcak çatışmalar nedeniyle, yerli Azeri halk Azerbaycan Cumhuriyetine göç etmiş böylece büyük demografik değişiklikler meydana gelmiştir.[13] Güncel resmi sayımlara göre Dağlık Karabağ bölgesinin nüfusunun %95’i Ermeniler, %5’i Kürt, Rum ve Asurlardan oluşmaktadır.[14] Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde yapılan sayımlara göre ise nüfusun %77’si Ermeni, %21’i Azeri %2’si ise diğer etnik unsurlardan oluşmaktaydı.[15]
1991 yılında bağımsızlığını ilan etmesine rağmen hiçbir ülke tarafından tanınmayan Dağlık Karabağ yönetimi, bölgede yalnızlaşarak bölgenin ekonomik entegrasyonu önünde bir engel teşkil etmektedir.  Karabağ, jeostratejik önemin yanı sıra doğal zenginliklere de sahip olmasına rağmen yatırımın yeterli olmaması nedeniyle bu kaynakları değerlendirememektedir.[16]Sovyetler yönetiminde Azerbaycan’a bağlanan bölgede bağımsızlık ilanından sonra sivil çatışmalar ve ordu müdahaleleri sonucunda bölge, sıcak çatışmaların merkezi haline gelmiştir. Ermenistan Sovyetler döneminin sona ermesiyle birlikte o dönemde yapılan antlaşmaların artık geçerli olmadığını öne sürerek, Dağlık Karabağ’ı kontrol altına alma çabalarına yeniden başlamıştır.[17] İlk saldırı Hocalı’da gerçekleşmiş, 25 Şubat 1992 gecesi Sovyetler’den kalan orduyla desteklenen Ermeni askerleri zaten ablukada olan şehri ele geçirmiş ve kenti savunanlar ezici güce sahip alayların ağır ateşi altında canlarını vermiştir. Resmi verilere göre o gece 106sı kadın ve 83ü çocuk olmak üzere 613 kişi öldürülmüştür.[18] Bunu takiben Ermenistan kuvvetleri birçok saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırılar Azerbaycan’da aşırı endişe meydana getirmiştir. Fuzuli bölgesinin ele geçirilmesinden sonra savaş artık İran sınırlarına taşmaya başlıyordu, İran kuzey sınırları konusunda endişeye düşmüştü.[19] Aynı günlerde, Türkiye, Ermenistan’ı kınayıp ticari mal geçişini yasaklamış; TBMM’de Azerbaycan ile askeri işbirliği konusu gündeme gelmişti. Batılı devletler ve BM Güvenlik konseyi de Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalini kınamıştır.  Ermenistan tarafı ise kendini askeri operasyonların kendi çıkarıyla değil Karabağ’daki Ermenilerin çıkarıyla ilgili olduğunu öne sürerek savunmuştur.[20]

Uluslararası Aktörler ve Çözüm Arayışları

Ermenistan’ın ayrılıkçı iddiaları sonrasında meseleye çeşitli devletlerin müdahil olmasıyla birlikte konu uluslararası bir boyut kazanmıştır. Çözüm arayışları, başlangıçta bölgedeki güçlerin arabuluculuk girişimleriyle sınırlı kalıp, daha sonraları uluslararası kuruluşların açılımlarıyla devam etmiştir.  Azerbaycan ve Ermenistan’ın 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na (AGİT) üye olmasıyla birlikte, bu teşkilat konuyla yakından ilgilenmek üzere Minsk Grubu’nu kurmuştur, böylece Rusya’nın tek başına devam ettirdiği arabuluculuk girişimleri uluslararası bir çözüm sürecine dönüşmüştür.[21]
İlk çözüm girişimi, 1992 tarihinde AGİT’e üye ülkelerin Helsinki’de aldığı barış konferansının toplanması kararıdır.[22] Ancak bu girişimden sonuç alınamamıştır. 23 Mart 1993’te Ermenistan, Dağlık Karabağ ile kendisi arasında koridor olan Kelbecer’i ele geçirmiş, hemen ardından Azerbaycan AGİT’in barış görüşmelerinden çekildiğini bildirmiş ve daha sonra BM Güvenlik Konseyiyle görüşmelerde bulunmuştur. BM ise AGİT barış girişimlerini desteklediğini belirtmiştir. Aynı yıl Azerbaycan’ın talebiyle  gerçekleştirilen AGİT toplantısında, Ermenistan’a Kelbecer’den çekilmesi konusunda baskı yapılmış fakat; Ermenistan bunu kabul etmemiştir. Sonuç olarak bu girişim de başarısız olmuştur.[23] Aynı yılda Moskova’da gerçekleştirilen başka bir toplantıda Azerbaycan’ın Dağlık Karabağı taraf olarak kabul etmesi istenmiş, fakat Azerbaycan bu teklifi reddetmiştir.[24] Buna rağmen Ermenistan’dan yana olan arabulucu ülkeler Dağlık Kaabağ temsilcilerin muhatap alınmasını sağlamıştır. Bu ise Rusya’nın politikasının bir parçasıdır. Diğer taraftan, Ermenistan bu krizi Dağlık Karabağ ve Azerbaycan arasında bir mesele olarak tanımlamakta ve sorunun yine bu iki ülke arasında çözülmesi gerektiğini belirtmektedir.[25]
1994 yılında Bişkek’te Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ temsilcileri tarafından imzalanan  bir protokol ile ateşkes sürecine girilmiş ve bölgedeki silahlı çatışmalar son bulmuştur.[26] “Bişkek Protokolü, Dağlık Karabağ meselesini çatışma konumundan siyasi konuma taşımıştır.”[27]Rusya ve ABD kimi zaman birbirlerine karşıt açılımlar gütmüşlerdir; Fransayla Türkiye ise tamamen birbirlerine karşıt şekilde hareket etmişlerdir. Ermenistan bölgede etkili konuma sahip olmasını engelleyen bu soruna olumlu yaklaşmadığı sürece Karabağ sorununda çözüme ulaşılamayacaktır.[28]
Minsk grubunun eşbaşkanlığını sürdüren Rusya ve Finlandiya, 1995 yılında işgal güçlerinin Azerbaycan’dan ayrılması ve yerli halkın kendi topraklarına geri dönmesi konularını tartışıyorlardı.[29] 1996’da Lizbon’da düzenlenen AGİT toplantısında Ermenistan’ın Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanıması, Dağlık Karabağ’ın nüfus güvenliğinin sağlanması ve kendi kendini yönetme hakkının verilmesi kararlaştırılmıştı. Fakat tüm üyelerin kabul etmesine rağmen, Ermenistan bunu reddetmiştir. Daha sonra dönemsel eşbaşkanlık yöntemi kaldırılmış yerine üç ülkenin, Rusya, ABD ve Fransa,  daimi eşbaşkanlığı getirilmiştir. Böylece Rusya’ya karşı bir denge oluşturulmuştur.[30]
1997 yılında Minsk Grubu önemli açılımlarda bulunmuştur, eşbaşkanların bölgeyi ziyaretleri sonucu 3 çözüm önerisi ortaya çıkmıştır. Birincisi “Toptan Çözüm” önerisi olup taraflar arasında yapılması gereken barış antlaşması ve Dağlık Karabağ’ın yeni statüsünü içerir. İkincisi “Aşamalı Çözüm” önerisidir, Dağlık Karabağın ve işgal altındaki diğer bölgelerin birbirinden bağımsız olarak çözüme kavuşturulması gerektiği ve göçmenlerin son durumu kararlaştırılmıştır. Üçüncüsü ve sonuncusu ise “Ortak Devlet” önerisidir.  Resmi dili Ermenice olan Bakü güdümlü bir Dağlık Karabağ yönetiminin oluşturulması ve Laçin Koridorunun statüsü hakkında düzenlemeler vardır.[31] Azerbaycan’ın talepleri: öncelikle Ermenistan’ın işgal ettiği bölgelerden çekilmesi, Dağlık Karabağın yeni bir statüye sahip olması ve Ermenistan’ın bu bölgede gücünün azaltılması ve göçmek zorunda bırakılan Azerilerin yurtlarına geri dönmesi yönündedir.[32]Bunun yanı sıra Azerbaycan’ın kendi lehine kullanabileceği en büyük kozları 1992 Prag görüşmelerinde, 1996 Lizbon Zirvesinde ve 2005 Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulunda alınan “ Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu ve Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal ettiği” kararlarıdır.[33]
Minsk Grubu’nun her bir girişimi Dağlık Karabağ sorununun daha iyi anlaşılması ve çözüm önerilerinin oluşturulması bakımından büyük önemi haizdir. Mesele Azerbaycan ve Ermeni hükümetlerinin iç siyaset meselesi olmaktan ziyade uluslararası siyasete konu olan bir meseledir bu sebeple büyük ölçüde arabuluculuk yapan devletlerce ele alınmaktadır. Bu durumda, eşbaşkanların yaklaşımlarının ayrı ayrı incelenmesi gerekir. Minsk Grubu’nda ABD’nin etkisi üçlü eşbaşkanlığa geçişle ortaya çıkmıştır. 1997’den itibaren çözüm sürecinde ABD de etkili olmaya başlamıştır. Clinton döneminde başlayan ABD’nin Karabağ açılımları, Bush yönetimiyle beraber daha etkili bir hale gelmiştir, yeni barış görüşmelerinin yapılması konusunda mutabakata varılmıştır.[34] Fransa ise Rusya ve ABD’nin açılımlarının yanında bir alternatif oluşturmuştur. Fransa Ermeni lobisinin en etkili olduğu ülkelerden biri olarak Ermenistan’dan yana tutum sergilemiştir. Fransa ile Ermenistan sorunun çözümüne yönelik ilerleme kaydettiklerini söylemelerine rağmen Azerbaycan bunu reddetmiş, bu ülkelerle yapılan görüşmelerin bir sonuç vermeyeceğini açıklamıştır.[35]
Eşbaşkanların 2002 yılında Bakü’ye gerçekleştirdikleri bir ziyarette Haydar Aliyev uluslararası kuruluşların sorunun çözümü konusunda pasif kaldıklarını ve Azerbaycan’ın sorunun barışçıl yöntemlerle çözüleceğine dair inancını kaybetmeye başladığını söylemiştir.[36] 2003 yılında Ermenistan ve Azerbaycandaki seçimler nedeniyle görüşmeler kesintiye uğramıştı. 2004’te ise AGİT Bakanlar Konseyi toplantısında Ermenistan Dışişleri Bakanı, Azerbaycan’ı bölgedeki işgalci güç olarak nitelendirip saldırgan tavrını değiştirmesi gerektiğini belirtmiştir. Azerbaycan ise Ermenistan’ın bu sert açılımlarını eleştirmiştir. Böylece ikili görüşmelerle bu sorunun hallolmayacağı yeniden ortaya çıkmıştır. Bundan sonra çözüm için faaliyet gösteren ülkeler bu iki ülkeyle ayrı ayrı görüşmüşlerdir.[37]
2007 senesinde Minsk Grubu’nun girişimiyle Azerbaycan ve Ermenistan Madrid Kriterleri üzerinde mutabakata varmıştır. Bu bildirge çözüm için büyük önem taşımaktadır, bildiriye göre;
  • Dağlık Karabağ’ın çevresinde işgal edilen bölgeler boşaltılacak,
  • Ermenistan ile Dağlık Karabağ’ın iletişimini sağlayan koridor açılacak,
  • Bütün göçmenler topraklarına dönecek,
  • Barış gücünün işlevini yerine getirecek uluslararası güvence sağlanacak,
  • Dağlık Karabağ Ermenilerine gerekli güvence verilerek kendilerini idare etme hakları tanınacak,
  • Dağlık Karabağ’ın hukuki statüsünün belirlenmesi için inisiyatif kullanılacaktır.[38]

2008 yılında Rusya’nın girişimiyle Madrid Kriterlerinin uygulanması ve barışın en kısa zamanda sağlanması konularına değinen Moskova Bildirisi imzalanmıştır.[39] Minsk Grubu kurulduğu 20 yıl içinde birçok arabuluculuk girişimi gerçekleştirmiş fakat bunların birçoğunda olumlu adımlar atılamamıştır. Bu süreç boyunca hem Azerbaycan hem Ermenistan medyası Karabağ meselesini sürekli gündemde tutmuşlardır. Sorunun yokuşa sürülmesinde medya ve siyasetçilerin tutumunun önemli bir yeri vardır. Seçim dönemlerinde askıya alınan görüşmelerin yanı sıra, sorun siyaset malzemesi olmuş ve muhalefet partileri, iktidar partilerini attıkları çözüme yönelik adımlar nedeniyle eleştirmiş ve halen daha eleştirmektedir.[40]
1992’den bu yana yapılan barış görüşmelerinde arabuluculuk faaliyetlerini yöneten ülkelerin ve Minsk Grubu’nun çabaları Dağlık Karabağ sorununun çözümüyle ilgili herhangi olumlu bir sonuç vermemiştir. Bugün Dağlık Karabağ  hala Ermenistan işgali altındadır. Buna rağmen, Azerbaycan ve Ermenistan’ın bir araya geldiği  toplantılarda kısmi diyalog imkanının oluşması ve her iki tarafın da Karabağ sorununda acilen barışın sağlanması gerektiğini savunması bir olumlu bir işarettir. Fakat Minsk Grubu olmaksızın sorunun çözüme ulaşılması mümkün değildir.[41]

Dipnotlar

[1] Akyeşilmen, Nezir, Dağlık Karabağ Sorunu: Çözüm Arayışında Minsk Grubu ve Bölgesel Aktörlerin Rolü: Mehmet Fatih Öztarsu, “Barışı Konuşmak Teori ve Pratikte Çatışma Yönetimi”, ODTÜ yayıncılık, Ankara: 2013, s. 240.
[2] Swietochowski, Tadeusz, Azerbaijan; A Borderland at the Crossroads of History: S. Frederic Starr, “The Legacy of History in Russia and the New States of Euroasia”, International Politics of Euroasia Vol: 1, New York: M. E. Sharpe Inc., 1994, s. 279.
[3] İşyar, Ömer Göksel, “Bölgesel ve Global Güvenlik Çıkarları Bağlamında Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ Sorunu”, Alfa Yayınları, İstanbul: 2004, s. 178.
[4] Güler, Ali ve Akgül, Suat., Sorun Olan Ermeniler, Berikan Yayınevi, 2003, s. 134.
[5] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 241.
[6] Aşırlı, Akif, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Dönemi Basınında Kafkas İslam Ordusu, Qismet Yayınları, Bakü: 2008, s. 15.
[7] Lalayan, A. A., Taşnak Partisi’nin Karşıdevrimci Rolü (1914 – 1923), Kaynak Yayınları, 2006, s. 84.
[8] İşyar, Ömer Göksel, a.g.e, s. 372.
[9] Atsız, Buğra, “Can Azerbaycan”, Kök Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Serisi: 2, Ankara: 1990, s. 88.
[10] İşyar, Ömer Göksel, a.g.e, s. 386.
[11] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e, s. 243.
[12] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e, s. 243.
[13] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e, s. 243.
[14] Office of Nagorno Karabakh Republic, http://www.nkrusa.org/country_profile/overview.shtml, (08.09.2014).
[15] Presidential Library, Administrative Department of the President of the Republic of Azerbaijan, http://files.preslib.az/projects/azerbaijan/eng/gl7.pdf, s. 12, (08.09.2014).
[16] Presidential Library, a.g.e, s. 22.
[17] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e, s. 244.
[18] Smolowe, Jill, “Massacre in Khojaly”, Time, 16 Mart 1992; “Nagorno Karabakh Victims Burried in Azerbaijani Town”, The Washington Post, 28 Şubat 1992.
[19] İşyar, Ömer Göksel, a.g.e, s. 456.
[20] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e, s. 245.
[21] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 245.
[22] Cabbarlı Hatem, “Bağımsızlık Sonrası Ermenistan – Rusya İlişkileri”, ASAM, 2004, http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/bagimsizlik_sonrasi_ermenistan_rusya_iliskileri.doc (09.09.2014)
[23] Aslanlı, Araz, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu”, Avrasya Dosyası – Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, cilt: 7, Sayı: 1, s.405.
[24] Cabbarlı Hatem, a.g.e, 2004.
[25] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 246.
[26] The Bishkek Protocol, Conciliation Resources, http://www.c-r.org/sites/default/files/Accord17_22Keytextsandagreements_2005_ENG.pdf, (09.09.2014).
[27] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 247.
[28] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 247.
[29] Cafersoy, Nazım, “Bağımsızlığın Onuncu yılında Azerbaycan- Rusya İlişkileri”, Avrasya Dosyası – Azerbaycan Özel, (İlkbahar 2001), cilt: 7, Sayı: 1, s.298.
[30] Cafersoy, Nazım, a.g.e, s.299.
[31]   Aslanlı, Araz, a.g.e, s.419.
[32] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 248.
[33] Kantarcı, Şenol, “İran Krizi Sırasında Açılan “Karabağ Dosyası” ve Koçaryan’ın Paris’te Masadan Kaçışı”, TÜRKSAM, http://www.turksam.org/tr/makale-detay/773-iran-krizi-sirasinda-acilan-%EF%BF%BDkarabag-dosyasi-ve-kocaryan-in-paris-te-masadan-kacisi (09.09.2014)
[34] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 249.
[35] Aslanlı, Araz, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu”, Avrasya Dosyası – Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, cilt: 7, Sayı: 1, s.424.
[36] Kantarcı, Şenol, a.g.e.
[37] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 250.
[38] Yeni Şafak gazetesi, 13.07.2009, http://www.yenisafak.com.tr/dunya/karabagda-sona-dogru-198222, (09.09.2014).
[39] Veliev, Cavid, “Rusya Kafkasya’da Ön Aldı”, Cumhuriyet gazetesi, 10.11.2008. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/21230/Rusya_Kafkasya__8217_da_on_aldi_.html, (10.09.2014).
[40] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 251-252.
[41] Akyeşilmen, Nezir, a.g.e. s. 258.

*Bu yazı buradan alıntılanmıştır : http://akademikperspektif.com/2014/10/01/karabag-sorunu/

27 Mart 2015 Cuma

Sıvı (la) şma


Vatandaşın biri yazın 1 haftalığına tatile gidiyor. Ne de olsa bir yıl harıl harıl çalışmış, yorulmuş, tatili hak etmiş. Güle oynaya gidiyorlar.  Tabii sayılı güzel günler çabuk geçer. Dönmüşler evlerine.

Ama kapı duvar. Eve girmek ne mümkün, başkası kurulmuş oturuyor. Elin adamı ev boş diye yerleşmiş. Evin sahibi haklı olarak hır çıkaracak, kafa göz dalacak. Apartman yöneticisi araya giriyor. Durun sakin olun. Boş yere kavga etmeyin.

“Ege adalarıyla (siteyle) ilgili, Lozan Barış Antlaşması 12’nci maddesi ve Paris Barış Antlaşması madde 14 hükümleriyle egemenliği devredilenler dışında hiçbir adanın (evin) egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiştir. Bu ada (ev), adacık (kömürlük) ve kayalıkların (otoparkın) egemenliği Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne halefiyet yoluyla intikal etmiştir. Hukuken, EGAYDAAK Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkimiyetindedir. Antlaşmalarla gerçekleştirilen bu düzenlemeye karşılık EGAYDAAK’ların bir kısmı üzerinde, başından beri ama ta Osmanlı’dan bugüne gelinceye kadar bir Yunanistan’ın fiilî uygulamaları vardır. Ancak fiilî devlet uygulamaları onların yasal, hukuki statülerini değiştirmez. Bu, uluslararası mahkemelerin de vermiş olduğu karardır. Dolayısıyla, bu durumda EGAYDAAK’lar hukuken Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindedir. EGAYDAAK’ların üzerindeki mevcut olan fiilî Yunan uygulamaları hukuki statüyü değiştirmez.”

Yahu kardeşim sen ne tapusundan bahsediyorsun. Ev benim. Tatilden döndüm, evime giremiyorum. Olur mu öyle şey? Nerede kalırım şimdi?

“Tansu Çiller (karşı sitenin yöneticisi) kadar olamadınız.” Kadın başına bir (kayalık) arabalık otopark uğruna kafamı bozmayın, ne kapıcı koyarım, ne güvenlikçi, ne de bahçe duvarı bırakırım demişti.

Sizin sitenin yarısı işgal edilmiş, halen bir şey olmaz nasıl olsa tapusu bizde diyorsunuz.

Bir türkü tutturmuşum duyuyorsun değil mi
Çalacak bir kapım yok mutluluğa hasretim
Artık sokaklar benim görüyorsun değil mi

14 Mart 2015 Cumartesi

Kerkük Katliamı

Bu yazı çoğunluk itibarı ile Sn. Habib Hürmüzlü'nün Kerkük Gazetesi için Temmuz 2003 yılında kaleme aldığı ve aşağıda kaynakçada gösterilen diğer yazılardan da alıntılar yapılmıştır. Kerkük Katliam'ının öncesi ve sonrası hakkında derli toplu bilgileri bir arada bulabilirsiniz. Ufak tefek eklemeler ve yazım yanlışlarını düzeltme haricinde katkım olmadı. Yazarların kendi kalemlerinden anlattıklarını aşağıda bulabilirsiniz. Toplum bilincini canlı tutabilmek, kim dost, kim düşman sağlıklı ayırt edebilmek için bu tür acı veren olaylar hakkında okumalı ve başkalarını da haberdar etmeliyiz.

Her türlü mahrumiyet içinde varlıklarını günümüze kadar sürdüren Türkmenler, çeşitli yönetimler tarafından zaman zaman soykırımlarına maruz kalmışlardır. 1924, 1939, 1946, 1959, 1980 ve 1991 yıllarında Türkmenler unutulması mümkün olmayan acılı günler yaşamışlardır. Bunların arasında 14 Temmuz 1959 tarihinde Kerkük’te meydana gelen soykırım, Türkmenlerin yaşadığı en büyük facialardan biridir. Tarihe ‘Kerkük Katliamı’ olarak geçen bu soykırımda, insanlık dışı vahşetler yaşanmıştır.

Katliam Öncesi Siyasi Manzara


1958 yılı Temmuz ayının 14'ünde Irak Ordusu kanlı bir darbe yaparak Kraliyet rejimin devirdi ve Irak'ta Cumhuriyeti ilan etti. Askeri cuntanın en güçlü ismi olan General Abdulkerim Kasım çok geçmeden ihtilali birlikte yaptığı subayları devre dışı bırakarak Irak'ın tek güçlü hakimi oldu. General Kasım gücünü pekiştirmek için komünist partisinin desteğine ihtiyaç duydu ve böylece de komünist güçler devletin kaderini elinde tutmaya başladı.




Kraliyet devrinde Irak Türkleri hiçbir siyasi ya da kültürel hakka sahip değildi. Ancak bireysel olarak kişiler, kendi hayatlarını özgürce yaşamakta idiler. Bir Irak Türkü, özel toplantılarında Türkçe konuşmak, Türkiye'den gelen gazete ve kitapları alıp okuyabilmek, kendi adına taşınmaz mal satın alabilmek, çocuğunu istediği fakültede okutmak ve ticarethanesini kurmak gibi haklara sahip idi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Irak Türkleri de harekete geçerek birkaç ay estirilen hürriyet havasından nasiplerini almaya çalıştılar. Ancak bu tablo uzun süre devam etmedi ve komünistler kendilerinden olmayan her kesime ve her kişiye düşman gözüyle bakmaya başladılar. Başkent Bağdat'ta ve genelde Irak sathında tutuklamalar, işkenceler ve baskılar giderek artan bir şekilde devam etti. Kerkük şehrinde ise durum bir az daha farklı idi. İkinci ordu komutanı Albay Nazım Tabakçeli komünist güçlerin Kerkük'te cirit atmalarına ve onların karşısında mertçe duran Türkmenlere dokunmalarına meydan vermiyor ve Türkmenleri elinden geldiği kadar koruyordu.



Yıllar boyunca sindirilmiş olan Irak Türkmenleri ihtilalden birkaç yıl öncesinden başlayarak hareketlenmeye başlamışlardı. Genç aydın kesim, az da olsa, milli duyguları pekiştiren bazı faaliyette bulunuyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Iraklıların her kesiminde değişmeler ve adeta patlamalar oldu. Arap, Türk, Kürt ve sair azınlıklar arasında milli duygu birden doruğa çıkmaya başladı. Komünist güçler ise bu canlanma hareketini her vesile ile bastırmaya ve bu kesimleri siyasi alanda devre dışı bırakmaya çalışıyor ve rejimi arkasına alarak bu alanda başarı kaydediyordu.

Arap rejimleri, Türk bölgelerini planlı olarak Araplaştırmaya başlamadan çok önce, komünistlik kisvesine bürünmüş olan Kürtler, Türk bölgelerini ve özellikle Kerkük şehrini Kürtleştirmek için büyük gayret göstermeye başlamışlardı. Komünist güçlerinin kurduğu tüm sendika, dernek ve kuruluşlar kısa zamanda Kürtlerin eline geçti. Zaten şehrin büyük ölçüde çoğunluğunu elinde tutan Türkmenler, bu kuruluşlara karşı nefret duyup kendi istekleriyle de bu alana girmeyi reddetmişlerdi.

Cumhuriyetin ilanından az önce Kerkük Belediye Başkanlığı'na atanan Kürt başkan, Maruf Berzenci belediyenin yaptırmış olduğu Kerkük'ün en büyük oteline, bir Kürt adı verme çabasındadır. Komünizm yanlısı güçlerin Türkler ile ufak tefek çarpışma ve didişmeye girdiler. Nihayet Kürt lider Molla Mustafa Barzani'nin Kerkük şehrini ziyaret edip oradaki siyasi otorite tarafından bir kahraman olarak karşılanmasıdır. Bunun hemen akabinde de Irak Türklerinin çok sevdiği ve saydığı Albay Hidayet Arslan'ın vefatı ve cenazesinin kaldırılışı sırasında iki taraf arasındaki sürtüşme ve Tuz Hurmatu Kasabasında cereyan eden olaylar, barut fıçısını patlamaya hazır duruma getirmeye yetmişti bile.

8 Şubat 1959 tarihinde Musul şehrinde General Kasım'a karşı başlatılan başarısız askeri darbeden sonra Kerkük'te Türk yanlısı olan komutan Tabakçeli görevden alınarak tutuklandı ve Kerkük'e azılı bir komünist ve Türk düşmanı olan Albay Davut El-Cenabi getirildi. Yeni komutan komünist güçler tarafından tren istasyonunda fatihler gibi karşılandı. Albay Davut El-Cenabi daha ilk günden itibaren Türkleri sindirmek ve ezmek için kollarını sıvadı. Gelişi üzerinden 24 saat geçmeden Kerkük'te Türkçe, Arapça olarak çıkmakta olan haftalık üç gazetenin (Beşir, Afak, Kerkük gazeteleri) kapatılması emrini verdi. Beşir gazetesinin sahibi ve yöneticisi olan üç genç Kerküklü avukat tutuklanarak ikisi Irak'ın güneyine ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderildi. Üçüncüsü ise Bağdat'ta bir askeri karargahta hapse atıldı. Kısa bir süre içinde değişik kesimlerden binlerce Iraklı Türkmen ya güney illere sürgün edildi ya da tutuklanarak zindanlarda işkenceye tabi tutuldu. Hapishanelere atılan ve sürgüne gönderilenler Haziran ayı sonunda çıkan genel aftan yararlanarak memleketlerine döndüler.

12 Temmuz 1959 akşamı General Kasım'ın kabinesine (kendisi başbakan idi) üç komünist partisi yöneticisi, bakan olarak atandı. Bu atama komünist güçlerin her yere ve her kesime daha fazla hakim olmasını sağladı.

İşte Kerkük Şehri ve Kerkük'teki Türkmenler, 14 Temmuz gününde yapılacak olan Cumhuriyetin yıl dönümü kutlamalarını ve aynı günde patlak veren katliam olayını bu manzara içinde karşıladılar.

Olayların Başlangıcı


Irak’ta cumhuriyetin ilanının birinci yıl dönümünde kutlama şenliklerine katılmak gayesiyle çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek bütün Türkmen halkı, millî giysileri ile sokağa çıkmışlardı.

Ancak törenin başlaması ile birlikte, gözü dönmüş caniler, silahsız olan Türkmenlere saldırıya geçmişlerdi. Silahların patlaması ile birlikte, sinsice hazırlanmış korkunç bir soykırım planını sahneye koymuşlardı.

14 Temmuz 1959 günü geldiğinde, şehir yüze yakın zafer takı ile süslenmişti. O gün yapılacak şenlik ve törenler için şehir, adeta büyük bir bayram hazırlığı yaşamıştı.

Günlerce süren bu hazırlıklar tamamlanmış, çoluk-çocuk, küçük-büyük, kadın-erkek bütün şehir halkı milli kıyafetler içinde, o gün kutlama töreninin başlamasını bekliyordu. Kavurucu sıcakların biraz azalması üzerine, akşam saat 18.00′den itibaren halk cadde ve sokakları doldurmaya başladı. Giyilen rengarenk milli kıyafetlerle halk, bayram sevinci içerisinde türküler söylüyor, milli oyunlar oynuyorlardı. Saat 19.00′da ise, resmigeçit başladı.

Resmi geçidin ön sıralarında yer alan kişiler arasında Belediye Başkanı Maruf Berzenci ve komünist olan resmi yöneticiler ile İleri Gençlik, Barış Severler, Devrimci Öğretmenler ve Halk Mukavemet Teşkilatı gibi komünist kuruluşlar ve yüzlerce militan vardı.

Bu arada, belirli bir plana göre hazırlanmış olan militanlar, gericilik, Turancılık ve faşistlikle suçladıkları Türkler aleyhine çeşitli sloganlar atıyorlardı. Saat 19. civarında ilk silah sesleri duyuldu ve Türkler yer yer saldırıya uğradı. İlk olarak Türklerin oturduğu 14 Temmuz Kahvesi’nin sahibi Osman Hıdır, atılan kurşunlarla şehit edildi; ayaklarına ipler takılarak, bir motorlu araca bağlandı ve sürüklenmeye başlandı. 

Silahsız ve sadece cumhuriyetin ilanının birinci yıl dönümünü kutlamaya çıkmış bulunan Türkler, otomatik silahların taraması ile dağılmaya başladı. Kadınlar, çocuklar panik içinde koşuşmaya ve şaşkınlık içinde sığınacak yer aramaya koyuldu.

Halkın panik içinde köşe bucak saklanmaya çalışması üzerine, 2.Tümen Komutanlığı’nın emriyle sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Her zaman yasalara saygılı olan Türkmenler de bu çağrıya uyarak evlerine çekilmişlerdir. Ancak çok geçmeden, bu yasağın sadece Türkler için ilan edilmiş olduğu anlaşıldı. Daha sonra Türk toplumunun ileri gelenleri, 2.Tümen Komutanlığı’nca istendikleri gerekçesiyle, evlerinden alınarak, Kerkük Kışlasına götürüldü.

Burada kurulan sözde halk mahkemelerinde, beş-on dakika içinde yargılanarak, kurşuna dizildiler. Ordu, polis ve sivil teşkilatlar ile komünist partinin üyeleri el ele vererek, evlere baskınlar yaptılar ve yüzlerce Türkü tutukladılar. Bir kısmını barakalara doldurarak, süngü ve dipçiklerle katlettiler. Evlerinden alınan bazı Türk liderleri, ailelerinin gözleri önünde makinalı tüfeklerle şehit edildiler.

Ardından Türkmen ileri gelenleri, birer ikişer evlerinden alınarak, o zaman 2.Ordu Tümeni’nin karargâhı olan Kerkük Kışlasına götürülmüşlerdi. Burada kurulan sözde halk mahkemelerinde, alay ve hakaretlere maruz kalan Türkmenlerin değerli şahsiyetleri, 5-10 dakikalık süre zarfında yargılanmışlar ve kurşuna dizilmişlerdir.

Kanlı katiller, tescilli Türk düşmanları nerede bir Türkmen evi bulsalar onu sağlam bırakmadılar… 

Hayatını Irak ordusunda bu beldenin toprağına taşına veren ve savunan yiğit kahraman Türkmen Lideri Ata Hayrullah 14 Temmuz katliamın ilk gecesinde evde çocuklarıyla konuşmuş ve onlara Türk tarihinden söz açarak, o vakitte tüm aile fertlerinin TÜRK milli kıyafetlerini giymelerini istemişti…

Kendisi de onlarla beraberken Komünist uşakları kapısını çalmış ve “seni kumandan kışlada istiyor” diyerek onu Türklerin toplandığı ölüm ve kan meydanına götürdüler. Kıyıcı canavarlar ona en iğrenç işkence ve acıyı gösterdiler. Onu kışlanın önünde bulunan bir ağaca bağladıktan sonra diri diri etlerini keserek 

“TURANÇILARIN TÜRKÇÜLERİN LİDERİ ATA HAYRULLAH’IN ETİNİN KİLOSU 10 FULUS (kuruş) ALAN VAR MI?”

Etlerini etrafta olan hayvanların önüne atmaya başladılar.

Katiller bu defa aynı zulmü kardeşi Yarbay Doktor İhsan Hayrullah’a da yaptılar. Bu biçimde şehit oldu. Kardeşini önünde işkence yaparak öldüren, yüreği insan sevgisine dolu kendisine zulüm ve işkence eden bu cellatları defalarca bedava olarak tedavi edip ilaçlar vermiş, kendi evinde konuk etmiş, yemek ve su ikram etmişti.

Bu da yetmemiş, Türkmen şehitlerinin cesetleri, ip veya sicim aracılığı ile motorlu araçlara bağlanmış, cadde ve sokaklarda dolaştırılarak sürüklenmişlerdir. Üç gün üç gece süren bu can pazarında kimi Türkmen şehidinin mübarek bedeni üç gün süreyle kızgın güneşin altında elektrik direklerinde asılı durmuştur. Kiminin gözleri oyulmuş; kimileri diri diri toprağa gömülmüştür.

Böylece 3 gün 3 gece süren ve tarihe Kerkük Katliamı olarak geçen soykırımı başlamış oldu.

Daha sonra adları tespit edilen diğer Türk aydınları da, sırayla evlerinden alındı ve aynı akıbete maruz kaldı. Gözü dönmüş caniler, insanlık dışı vahşetler işlediler. Kimilerini diri diri toprağa gömdüler. Kimilerini elektrik direklerine astılar ve kızgın güneş altında bıraktılar. Kimilerinin gözlerini oydular. Ölenlerin yanı sıra, binlerce Türk, çeşitli biçimde yaralanmıştı.

Bu vahşetleri gören bazı kişiler, aklını kaybederek çıldırdı. Korku ve dehşet yüzünden bazı hamile kadın da çocuğunu düşürdü. Hastaneler yaralılarla doldu; tutuk evleri ve hapishanelerde de yer olmadığı için, birçok okul, cezaevi haline getirildi.

Bu vahşetler devam ederken, Türklere ait mağaza, dükkân, ticaret merkezleri ve evler, çapulcular tarafından yağma edildi. Can güvenliğinin yanı sıra, Türklerin mal güvenliği de kalmamıştı. Komünist ve Kürt yağmacılar tarafından talan edilen ve toplanan Türklere ait eşya ve malların, kamyonlarla kuzey bölgelerine taşındığı görüldü. 

Bu korkunç olaylar Kerkük’ün tarihinde kolay kolay silinemeyecek izler bırakmıştır.

Katliamın Bilançosu


Şehri kuşatıp istedikleri gibi insanlık dışı eylemleri en ufak bir acıma ya da merhamet duymadan yaşlı genç, kadın erkek, büyük küçük demeden masum insanları en iğrenç yollarla katlettiler. Kurbanlarını askeri cip arabalarına bağlayıp sokaklarda sürükleyerek türlü işkencelere tabi tuttuktan sonra şehit ettiler. İnsanları diri diri elektrik direklerine bağlayıp vücutlarından parçalar keserek içlerindeki vahşet hislerini tatmin ettiler. Evleri, dükkanları mağazaları yağmaladılar, şehri bir harabe haline çevirdiler.

Şehit edilen Kerküklüler; Ata Hayrullah (Albay), İhsan Hayrullah (Yarbay Doktor), Selahattin Avcı (İş Adamı), Mehmet Avcı (Memur), Nihat Fuat Muhtar (Öğretmen), Cihat Fuat Muhtar (Öğrenci), Emel Fuat Muhtar (Öğrenci 12 yaşında), Kasım Neftçi (Arazi Sahibi), Ali Neftçi (Serbest Meslek), Osman Hıdır (Kahve Sahibi), Cahit Fahrettin (Öğrenci), Zuhir İzzet Casım (Kahve Sahibi), Şakir Zeynel (Kahve Sahibi), Gani Nakip (Memur), Kemal Abdussamat (Mühendis), Fatih Yunus Ali (Teknisyen), Cuma Kamber (Teknisyen), Enver Abbas (Öğrenci), Kazım Abbas Bektaş (Öğrenci), Hacı Necmettin Abdullah (Serbest Meslek), Hasip Ali (İşçi), Nurettin Aziz (İşçi), İbrahim Ramazan (Tamirci), Abdulhalik İsmail (Öğrenci), Abdullah Ali Beyatlı (Teknisyen), Selahattin Kayacı (İşçi), Abbas Kadir (Öğrenci), Selahattin Köprülü (Polis), İbrahim Hamza (Kasap), Kemal’in Annesi olarak tanınan yaşlı bir ev hanımı, Adil Abdulhamit (Öğretmen), Abdullah Ahmet (İşçi), Habib Ali, Abdugani Seyid Mehmet, Sadik Kaleli, Halil Şakir (Serbest Meslek), Salah Terzi (Serbest Meslek)

Türkiye’nin Tepkisi


Akıllara durgunluk veren bu vahşetle ilgili haberler, çok geçmeden dünyanın her tarafında duyulmaya başlamış, Avrupa'da birçok TV katliamda öldürülen Türklerin sokaklardaki cesetlerini haber bültenlerinde göstermiş ve bütün dünya adeta şoke olmuştur. 

Türkiye'ye gelince ne yazık ki, Türk radyoları bu konuda bir müddet suskunluğunu sürdürmüştür. 

Türk Medyası; adı üzerinde halkın yerine egemenlerin medyasıdır. Bu nedenle egemenlerin medyasında, yayınlananlara, yayınlanmayanlara baktığımızda, iktidarın düşüncelerini, siyasetlerini, hatta açık-gizli niyetlerini okumak mümkündür. Olaylardan halkın haberinin olması için çalışması gereken medya yerine egemenlerin görmesini ve duymasını istediklerini haberleştiriyorlar. Bu eskiden de böyleydi şimdi de. Sadece patronlar, bir de kalem tetikçileri değişti. Keza, uluslararası medya organları da, Türkiye’deki siyasi, iktisadi, ideolojik iktidarlarla organik ilişkide olmadıkları için, hele özel bir konuyu izleyip aktarmak için olay yerine muhabir de göndermişse, Türk egemen medyasının haber tahrifatını ve haber gizlemesinin önüne geçebiliyor. 

Bu olay Amerikan basınında da yankı bulmuştur. Amerika’nın tanınmış gazetelerinden The New York Times Gazetesi bu konuda haber vermiştir. “Bağdat’ın 150 mil kuzeyinde olan Kerkük’ün çoğunlu­ğu müreffeh Türkmenlerden oluşmaktadır. Eyleme, çeşitli silahlarla donatılmış sivil Kürtlerle, ordu ile işbirliği içerisinde olan komünist ağırlıklı Halkın Direniş Grubu (çoğu Kürtlerden oluşuyordu) katılmışlardır. (The New York Times, 21 Temmuz 1959) 

Basında katliamla ilgili olarak Tel-Aviv, Şam ve Kahire mahreçli haberler yayınlamaya başlayınca, Türk milleti büyük bir infial göstererek soydaşları hunharca katledilmesinden derin üzüntü ve kedere gark oldu. Bu arada Moskova Radyosu, yavuz hırsız misali Kerkük olayının, Musul Petrol Bölgesini ilhak etmek isteyen Türkiye'nin eseri olduğunu iddia eder. Bunun üzerine Türk hükümeti 28 Temmuz 1959 günü yayınladığı resmi bir açıklama ile Kerkük'teki kanlı hadiselerin tek sorumlusunun uluslararası Komünizm olduğunu, Moskova Radyosunun bu konudaki iddialarının hezeyandan başka bir şey olmadığını sert bir dille ifade etti.

Kerkük’te katliam yapıldığına ilişkin haberler, 19 Temmuz tarihinden itibaren Türkiye’ye gelmeye başladı. İsviçre’den o akşam Ankara’ya dönen Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, havaalanından doğru makamına giderek, katliam ile ilgili gelen haberler üzerine, geç saatlere kadar değerlendirmeler yaptı. İki gün sonra Zorlu, Irak’ın Ankara Büyükelçisi'ni kabul ederek, kendisinden güvence istedi.

Olaylar hakkında bilgi vermek üzere Ankara’ya gelen Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Fuat Bayramoğlu, Dışişleri Bakanı Zorlu ile görüşmeler yaptı. Gerekli talimatı aldıktan sonra, tekrar Bağdat’a dönen büyükelçi, Türk Hükûmetinin istekleri ile birlikte, Başbakan Adnan Menderes’in de bir mesajını Kasım’a bildirdi.

İstanbul’da üniversite öğrenimini gören Dr. A. Haluk Beyatlı bir yolunu bularak Irak’tan kaçmayı ve İstanbul’a gelmeyi başarıyor. 24 Temmuz 1959 Cağaloğlu’ndaki eski halkevi binasında bir basın toplantısı düzenlemek istiyor. Ancak polis herhangi bir gerekçe göstermeden basın toplantısını yasaklayarak gelen gazeteci ve Kerküklü gençleri dağıtıyor. Bunun üzerine bir gazeteci Türk Haberler Ajansı vasıtası ile aynı gün akşamı adı geçen genç ile röportaj yapmayı başarıyor. Ertesi günü gazetelerinde kanlı olayların bütün detayları ile Türk Kamuoyuna duyurulmuştu. 

25 Temmuz 1959 tarihinde Türk Dışişleri Bakanlığı, kamuoyuna bir açıklamada bulundu. Kerkük’te bazı üzücü olayların meydana gelmesi üzerine otuza yakın Irak vatandaşı Türk’ün öldüğüne işaret edilen bildiride, Türk Hükûmetinin, Bağdat Büyükelçiliği kanalı ile Irak Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimde bulunduğu, bu arada Türk Dışişleri Bakanı tarafından kabul edilen Irak’ın Ankara Büyükelçisinin de aynı biçimde ifadelerde bulunduğu ve güvence verdiği, Birleşmiş Milletler anayasasına aykırı olan ve onun tarafından mahkum edilmiş bulunan bu hareketin Irak Hükümeti tarafından ifade edildiği gibi önlenip tekrarlanmasına engel olunabileceğini istediği görüşlerine yer verilmiştir.

Başta Milli Türk Talebe Birliği olmak üzere birçok kuruluş, soydaşlarımızın maruz kaldıkları bu menfur olayı kınamış ve facia, Niğde Milletvekili Asım Eren tarafından TBMM'ye getirilerek Dışişleri Bakanı'ndan bu konuda açıklama yapması istenmiştir. Basında da Türk kanının akıtılması olayı karşısında adeta fırtınalar kopartılmış ve başta Milliyet Gazetesi olmak üzere, olayın aydınlatılması için Bağdat'a özel muhabirlerini yollamışlardır. 25 Temmuz günü de Milliyet Gazetesi muhabiri Turam Aytul'un Bağdat'tan gönderdiği "Kerkük'te Türkler hunharca öldürüldü" başlıklı haberi ile olay doğrulanınca Türk hükümeti 26 Temmuz günü gazetelerde yayınlanan resmi bir açıklama yapmıştır. Söz konusu açıklamada: "Kerkük2te bazı müessif hadiselerin vukua geldiği ve bu arada maatteessüf otuza yakın Irak vatandaşı soydaşımızın öldüğü malumdur" dendikten sonra Türk hükümetinin konu ile ilgili olarak Bağdat nezrinde teşebbüste bulunduğu ve Irak hükümetinden teminat aldığı belirtilmiştir. Gerçekten de bir iki gün sonra (29 Temmuz) Irak Başbakanı General Kasım bir basın toplantısı yaparak Kerkük'te komünistlerin Türklere yaptıkları mezalimi dünyanın en alçak cinayetleri olarak vasıflandırmış ve faşistlerin bile bu kadar vahşice davranmadıklarını söylemiş ve Kerkük hadiseleri sırasında çekilen bazı fotoğrafları cebinden çıkararak gazetecilere göstermiştir.

Türk Hükümetinde Sağlık Bakanı olan Kerküklü merhum Dr. Lütfü Kırdar'dan anlatmasına göre; Türk hükümet General Kasım'ın böyle bir açıklama yapması için Irak'a diplomatik kanaldan baskı yapmış. Ancak Ankara'nın bu açıklama ile tatmin olmaması üzerine, Irak Başbakanı 3 Ağustos günü ikinci bir açıklama yaparak, Kerkük hadiseleri sırasında çekilen 750 fotoğrafın eline bulunduğunu, bu olaylarda birçok Türk'ün diri diri toprağa gömüldüğünü, cinayet faillerini şiddetle cezalandıracaklarını ifade etmiştir. Zamanla Kerkük Katliamında şehit edilen Türklerin fotoğrafları Türkiye'ye ulaşınca bu fotoğraflar basında çıkmaya başladı, bu konuda birçok haber, yazı ve röportaj yayınlandı. Ancak 22 Ekim 1959 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan kısa bir haber, olayları izleyenleri hayretini mucip olmuştur. Haberde aynen şöyle deniliyordu: "Ankara, 21 (cumhuriyet-teleks):14-16 Temmuz 1959 tarihleri arasında Irak'ta Kerkük belgesine Türklerin katliamı ile sona eren olayla ilgili resim, film vs. döküm anların yurda sokulması veya dağıtılması bakanlar kurulu kararıyla men edilmiştir. Söz konusu yasak, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile basına konan bütün yasakların kaldırılması ile birlikte kalkmış olup, bu tarihten sonra Türk basınında katliamdaki vahşeti gösteren fotoğraflar serbestçe yayınlanmıştır. Kerkük katliamının hala karanlıkta kalan pek çok yanını bulunduğuna kanıyız. Bunların aydınlığa kavuşturulması gerekir. Örneğin; Kürt liderlerinden Celal Talabani'nin de katliam sırasında eline silah Kerkük sokaklarında dolaştığı ve kendisinin ordu karargahından çıkarken görüldüğü, sözüne güvenilir kimselerden bizzat duydum. Celal Talabani bu hususta acaba ne diyecektir? Ne işi vardı Kışlada? Gerçi kendisi, bu olaylar oldu bir kere, artık unutulması lazım" diyor ise de, Kerküklü Türklerin, birçok masum Türk'ün kanının boş yere akıtıldığı ve yüzlerce ailenin sönmesine neden olan bu faciayı unutması pek kolay değildir. Bu katliamı Türkler işlemiş olsalardı acaba onlar bunu unuturlar mı idi? Kendileri Halepçe katliamını unutabildiler mi? Talabani isterse bu şahsın ismini açıklayabilirim. Halen İstanbul'da Pendik'te oturmaktadır. Ayrıca Bağdat Hukuk Fakültesi'nde öğrenci iken Türkmenler aleyhindeki faaliyetinden dolayı bir Türkmen gencinden yediği tokadı da hatırlıyor mu? Şehitlerimizin aziz ruhları önünde bir yıl dönümünden daha saygı ile eğilir, Tanrı’dan kendilerine rahmet dileriz.

General Kasım’ın Basın Toplantısı


28 Temmuz 1959 tarihinde General Kasım, bir basın toplantısı düzenledi. Kerkük Katliamını düzenleyenleri şiddetle kınayan Kasım, Kerkük’te Türklere karşı yapılan hareketlerin, dünyanın en alçakça işlenmiş cinayetleri olduğunu, faşistlerin dahi böylesine vahşetler yapmadıklarını söyleyerek olaylar sırasında çekilmiş fotoğrafları gazetecilere gösterdi.

Bir süre sonra Kerkük Katliamının baş sorumlusu Davud al-Cenabi ve 260 kişi tutuklandı. Askeri mahkemede yargılanan elebaşların bir kısmı idama mahkum edildi. Bir kısmı da çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Geri kalanlar da, suçlu oldukları halde serbest bırakıldı. İdama mahkum olanların cezası ise, Kasım’ın iktidarı süresince infaz edilmedi.

Hükümetin eli kanlı canilerin serbestçe dolaşmalarına izin vermesi, Türk toplumunu çileden çıkarmağa başlamıştı. Bu arada hükümet makamları tarafından, milliyetçi gruplar katliamdan sorumlu tutulmağa, Irak basınında komünistlerle milliyetçiler arasında karşılıklı suçlamalar yapılmağa başlandı. Türklerin haklarını savunan milliyetçiler, özellikle al-Facrü’l-Cedid gazetesinde, komünistlerin Irak’ta halkın huzurunu kaçırdıklarını ve masum Türk vatandaşlarını Kerkük’te vahşiyane biçimde katlettiklerini dile getiren sert yazılar yayınladı. Ayrıca Kerkük’teki olaylar sırasında çekilmiş tüyler ürpertici fotoğrafların Irak basınında yer alması ve bu fotoğrafların elden ele dolaşması, kamuoyunda komünistlere karşı büyük nefret ve infial uyandırdı.

Kerkük Katliamı ile ilgili haber, fotoğraf ve belgelerin Türkiye’ye de ulaşması, aynı şekilde kamuoyunun büyük tepkisine yol açtı. Türk kamuoyunun, Kerkük olayları üzerine fazla galeyana gelmesini önlemek için, bu konuda basın toplantıları yapılması önlendi. Bu arada, Bakanlar Kurulu 21 Ekim 1959 tarihinde aldığı kararla, 14-16 Temmuz 1959 tarihinde Irak’ın Kerkük bölgesinde Türklerin katliamı ile sona eren olaylarla ilgili resim, film ve sair dokümanların Türkiye’ye girmesi veya dağıtılması yasaklandı.

Türklerin İntikam Hareketleri


Kerkük Katliamının elebaşlarının cezalandırılacakları yolunda, Bağdat yönetiminin verdiği sözlerin yerine getirilmediğini gören Türkler, büyük bir infial gösterdiler. Hatta katil ve cani zanlılarının serbestçe dolaştıklarının görülmesi, Türkleri çileden çıkarmağa yetmişti.

Bir süre sonra, serbest bırakılan katillerin, suikastlarla teker teker öldürülmeğe başlandıkları ve böylece Türklerin intikam hareketlerine girişerek, kendi haklarını almağa yöneldikleri görüldü. Türk fedailerinin gerçekleştirdiği bu intikam hareketleri sonucunda 40 kadar katil, hak ettikleri cezayı gördü ve Bağdat yönetiminin yerine getirmediği adaleti, meçhul Türk fedaileri gerçekleştirmiş oldu.

Katliam Neler Getirdi ve Neler Götürdü?


Yazımızın bu bölümünde 1959 Kerkük katliamının Türkmenlere göre olumlu ve olumsuz sonuçlarını özetle dile getirmeye çalışacağız.

1959 katliamı Irak Türklerinin başına gelen ilk felaket değildi. Onlar artık acıya, gözyaşları dökmeye, haklarının ellerinden alınmaya karşı koymamaya ve anavatanın (Türkiye’nin) ilgisizliğine alışmışlardı. Bu felaketin her birinde toplumun bin bir zorlukla yetiştirmiş olduğu değerler elden gidiyor ve onların yeri çok zor doldurulabiliyordu. Ancak 1959 katliamı en şiddetli ve en iğrenç olanlardan biri idi. O yıllarda toplumun liderliğine hızla yükselen ve bu konumu bariz bir şekilde toplum içinde kabul gören emekli albay Ata Hayrullah, genç kesime örnek olabilecek ve onlara milli duyguları rahatça aşılayabilen Cahit Fahrettin, aslan yürekli hayat dolu dev adam Kasım Neftçi gibi değerler bir gecede kaybedildi. Teşkilatsız, tecrübesiz ve sahipsiz bir toplumda liderlik seviyesine yetişebilen bir insanı meydana getirmek ne kadar zor ise, böyle bir değeri yitirmek de toplum için o kadar büyük bir yıkımdır. Düşman güçleri de bunları bilerek onlara göre yok edilmesi gereken Türkmenlerin listesini önceden hazırlamış ve katliamın ilk gecesinden başlayarak listedeki bu insanları avlamaya başlamışlardı.

Katliamdan önceki aylarda türlü baskılardan bıkan Türkmen ailelerde memleketi terk edip başkent Bağdat'a göç hareketi başlamıştı. Katliamdan hemen sonra belirsizlik, benzer bir olayın tekrarlanabileceği korkusu ve istikrarsızlık nedeniyle iş ve kazanç sıkıntısı yüzünden Bağdat şehrine küçümsenmeyecek boyutta göç hareketi başladı. Kerkük şehri adeta boşalıyordu. Tabii ki bu boşluğu da başka taraflar doldurmaya kalkıştı. Bu da, artık devlet dairelerinde daha az Kerküklü Türk memur, okullarda daha az öğrenci ve öğretmen, ticaret ve serbest mesleklerde uğraşan Türkmenlerin daha az adette olması manasına geliyordu. O günden sonra Arapların ve Kürtlerin Kerkük şehrinde yerleştirilmesine planlı bir şeklide hız verildi.

Madalyonun öbür yüzüne bakılırsa katliamın “Olumlu Sonuçlar” doğurduğunu da görmemiz mümkündür. 1959 katliamı gibi büyük bir facia, Irak Türkleri için olumlu sonuçların da doğurduğu bir gerçektir. Bosnalıların Sırp vahşetinden sonra özgürlüklerine kavuştukları, Kosovalıların aynı durumdan sonra üzerlerine özgürlük güneşinin doğacağı gibi, ancak Irak Türkleri örneğinde Türkiye'nin ve dünyanın ilgisizliği yüzünden o boyutlarda sonuçların doğmadığı da bir gerçektir.

Irak Devleti’nin kuruluş tarihi olan 1920'den 1958 yılının Temmuz ayında ilan edilen Cumhuriyet tarihine kadar geçen yaklaşık 40 yıl içinde Irak Türklerinin adı, devlet yapısı içinde ayrı bir etnik toplum olarak hiç duyulmamıştır. Bu süre içinde dernek, cemiyet ve diğer sivil kuruluşların bulunmaması, Türkmenlerin gazete, dergi gibi bir yayın organına sahip olmaması Irak'ta çoğunluğu teşkil eden Arapların, yurdun kuzey bölgesinde mevcudiyeti olmaması nedeniyle Arap halkının Irak'ta en az iki buçuk milyon Türkün (o zamanlar 750 bin - 1 milyon) varlığından haberi bile yoktu. İktidarı elinde tutan rejim de zaten buna müsaade etmemekte idi. Rejim bu toplumun üzerine bir kara perde çekilmesini istiyor ve bunu kendi eliyle yapıyordu. Arapların Cumhuriyet günlerine kadar Türkmenlere "Kırad" yani "Kürtler" diye hitap etmeleri ve onları Kürt olarak tanımaları Irak Türklerini kahrediyordu.

Cumhuriyetin ilanından bir süre sonra Irak Türkleri "Türkmen" ya da "Türkmenler" diye anılmaya başlandı. Türklerin Türkmen diye tanıtılmaları devlet eliyle ve belirli bir amaçla yapılmıştı. Amaç; eskiden olduğu gibi Irak Türklerini Türkiye'den, Türk milletinden ve büyük Türk dünyasından ayırmak idi. İşin doğrusu Irak Türkleri de bu yeni "unvanı" , başka deyimle bu yeni tanıtımı benimsedi. Bunun da nedeni Irak'ta çoğunluğu oluşturan Arapların, bu yeni vasıfla artık onların kendi kimlikleriyle tanınmasına yardımcı olması faktörü idi. Bu da Irak Türklerini psikolojik yönden rahatlatmıştı. Katliamın haberleri yayıldıktan ve gazetelerin katliam haberlerini her gün manşet ettikten sonra "Türkmen" sözcüğü Irak'ta üçüncü bir toplumun adresi olarak iyice yerleşti. Katliam, Irak'ta Arapların komünizm karşıtı olan kesimi ve özellikle aydınlar ve basın camiasının Türkmenlere karşı büyük bir sempati duymasına neden oldu. Bu kesimler, Türkmenleri canları pahasına bile komünistlerin karşısında durabilen birer kahraman olarak görmeye başladı. İbre katliam sayesinde (!) tamamıyla Türkmenlerin lehine döndü. Onlar bir sevgi odağı oldu, gazetelerin sayfalarında her gün sitayişle bahsi edilen bir kesim haline geldi ve bu duygu uzun yıllar sürdü.

Irak'taki devrik rejimin Türkmenlere karşı uygulamış olduğu asimilasyon ve göç politikasına rağmen, ferdi olaylar hariç, Türkmenler Araplardan kötü davranış görmediler. Türkmenlerin dürüstlüğü, çalışkanlığı ve devlete özveriyle hizmet ettiği gibi gerçekler, katliamdan sonra iyice görüldü ve belirlenen müspet sonuçları doğurdu. Devrik lider Saddam'ın bile bu gerçeği itiraf ettiği ve özel toplantılarının birinde: "Türkmenlerin dürüst ve çalışkan insanlar olduğu bir gerçektir, ama ne yapayım ben onları sevmiyorum" demiş olduğu rivayet olunur.

Katliamdan sonra Türkmenler lehine önemli bir gelişme daha meydana geldi. Bu da, Bağdat Radyosu Türkmence Bölümünün süresinin uzatılması ve bölümün güçlendirilmesi olayı idi. Türkmence bölümü Cumhuriyetin ilanından 6 ay sonra yani katliamdan 6 ay önce kurulmuştu. Bu bölüm, katliamdan sonra Türkmenlerin lehine cereyan eden ve bahsini ettiğimiz gelişmelerin etkisiyle Türkmen kültür, müzik ve sanat alanlarında önemli hizmetler verebilecek duruma geldi.

Katliamdan sonra, siyasi çalkantılar ve hareketli günler içerisinde başkent Bağdat'ta eskiden oturan ve katliam sonrası oraya göç etmeye mecbur kalan ya da göç etmeyi uygun gören Türkmenlerin aydın kesimi artık bir araya gelmek, Irak Türklerinin siyasi ve kültürel haklarını dile getirmek ve talep etmek ihtiyacını duydular. İşte o hareketli günlerde yapılan çalışmalar ve görüşmeler sonucunda Türkmen Kardeşlik Ocağının temelleri atıldı ve Irak Türklerinin Osmanlı devrinden beri o güne kadar kurulmuş olan en ciddi, en yararlı ve en geniş kitlenin benimsediği ve etrafında toplandığı bir kuruluş meydana geldi.

Türkmen Kardeşlik Ocağı, hem siyasi hem de sosyal ve kültürel boyutları ve faaliyetleri olan bir kuruluş idi. 1960 yılında kurulan bu "Ocak", Baas rejimi tarafından Türkmenlerin elinden alınıp bir grup Baas partisi yanlısı insanların eline verildiği tarihe kadar (1977), Irak Türkleri tarihinde eşi ve benzeri görülmeyen hizmetler sundu. Ocağın onlarca değerli hizmet ve faaliyetlerinin başında da Türkçe ve Arapça yayınlanan ve değerli hizmetlerini 17 yıl boyunca sürdüren "Kardeşlik" dergisi vardı.

Irak Türkmen toplumu hem bu korkunç ve elim olayın hatıralarını anımsıyor, hem de dikta Baas rejiminin yıkılışı dolayısıyla özgürce ve insan hakları ilkelerine yakışır bir seviyede o topraklarda yaşayacağı ümidini kırgın ve acı dolu yüreğinde ümit ediyor, geleceğe ümit dolu gözlerle bakıyor




Elektronik Ortam Kaynakları


1. 14 TEMMUZ 1959 KERKÜK KATLİAMI TÜRKİYE'DE NASIL DUYULDU?
http://www.irakturkleri.8m.com/guncel.htm

2. Türk Meclisi – KERKUK KATLIAMI 14-16 TEMMUZ 1959
http://www.turkmeclisi.org/?Sayfa=Temel-Bilgiler&Git=Bilgi-Goster&Baslik=kerkuk-katliami-(14-16-temmuz-1959)&Bil=747

3. Habib Hürmüzlü, 24.07.2013, “1959 Kerkük Katliamı Neler Doğurdu” 
http://www.kerkukvakfi.com/makaleler.asp?id=1920

4. TÜRKMEN ELİ KERKÜK KATLİAMI
http://www.turkislamdevletleri.com/konular/1097-Kerkuk-Katliami-14-Temmuz-1959-Unutma-Unutturma.html

5. Ali Kerküklü – Türkmen Şehri Kerkük 
http://www.altayli.net/turkmen-sehri-kerkuk.html

6. Kerkük Dergisi- yıl 2, sayı 5, Temmuz 1998